Evet (cümleye "evet" diye başlanmaz evladım!); günde 15 dakika yazma zincirimi kıralı epey oluyor; tüm diğer zincirlerimi kırdığım gibi. Peki pişman mıyım? İlk kez böyle bir durumda pişman değilim; çünkü son yazımda da belirttiğim gibi sürekli kendime saçma sapan kurallar koymaya başladığımı fark ettim. Oysa bu yapmak istediklerimin hiç biri zorunluluk değil benim için; tam tersine hayatıma renk katmak için yapmaya heveslendiğim şeyler. O yüzden bir süre boşvermeye karar verdim; her şey olduğu kadar. Ben de insanım, bütün gün kafamda "yapılacaklar" listesiyle gezmekten usandım.
Yine de niyetim bu kadar ara vermek değildi ama tam 9 gündür beni yatağa mahkum eden hayatımın en kötü tonsilit (bademcik iltihabı) hastalığı ile mücadele ediyorum ve bugün gerçekten gözümü açabildiğim ilk gün. Yutmaya çalıştığım ilaçların boğazıma takılıp 15 dakika orada kalması mı dersin, 6 çeşit ağrı kesiciyi (asprin dahil) yarım saat arayla içmeme rağmen tüm gün süren baş ağrısı mı dersin yoksa yattığım yataktan ve evdeki diğer tüm yatılabilir eşyalardan nefret edip kafamı duvarlara vurma isteğiyle dolduran eklem ağrıları mı dersin, ne varsa vardı. Neyse, çok şükür, dün akşamdan beri iyileşme yolunda belirtiler başladı da bugün -yine- hiç bir işim olmamasına rağmen ofise gelebildim (Allahtan geçen 2 gün ofisten izin alabildim de evde çektim ağrılarımı).
Beklediğim, umduğum, hayal ettiğim, iş görüşmesine gittiğim iş yerinden bir haber yok - henüz. Bugün haber vermelerini beklediğim son gün (en geç 2 hafta içinde döneriz olumlu sonuç olursa demişlerdi). Gün daha bitmedi tabi ki; gün doğmadan neler doğarmış değil mi? Hayırlısı hakkımızda. Ben inanıyorum ki her şey çok daha güzel olacak bizim için. bu hastalıktan sonra bir kez daha anladım ki en değerli hazine sağlık bu hayatta; gerisi boş. Bir de bugün Ceyda DÜVENCİ'nin bir röportajını okudum ve uzun süredir inandığım "olumlama"nın gücünü bir kez daha hatırladım. Şanslıyım, şanslıyız. Anın tadını çıkarmalıyız. Hayat biz güldükçe gülecek bize. Küçük şeylerden keyif almanın tadını çıkarmalıyız. Mesela ben şu anda gurur duyuyorum kendimle; ağrı kesicilerin etki ettiği günlerden birinde bir ara gidip kaşımı bıyığımı aldırıp bir de üstüne saçlarımın kırıklarını kestirdiğim için. Şimdi bunu duyan "demek ki o kadar da hasta değilmişsin" diyecek ama tam da "o kadar da hastaydım" ve beni görenler "gerçekten çok hasta görünüyorsun" dedikçe ben kendimi iyice kötü hissediyordum. Ağrı kesicinin işe yaradığını fark ettiğim an oturup TV izlemek yerine evin dibindeki kuaföre attım kendimi ve en azından kaşımın gözümün ortaya çıkmasını sağladım, daha önce hiç saçımı kestirmediğim bir kuaföre saçlarımı emanet ettim. İyi geldi mi? O an için ve bugün için "evet". O gün bunu yapmasaydım bugün kendimi biraz daha iyi hissetmeme rağmen hala perişan görünecektim iş yerimdekilere. Zira ne o gün ne de sonrasında tek bir dakika TV izleyemedim, tek satır kitap bile okuyamadım, o kadar diyeyim sana. Bir de evdeki minik kuzuya bulaştırmadan atlatabilirsem şu mikrobu, gerçekten alkışlayacağım kendimi. Yavrum, neden sarılamadığımızı hala tam olarak anlayabilmiş değil!
Bugün gözümü zar zor açabilmişken, sosyal medyaya göz gezdirirken uzun zamandır hissettiğim bir duygumun tam olarak farkına vardım: ben artık sosyal medya annelerini izlemekten nefret ediyorum çünkü sürekli bana yetersizlik hissettiriyorlar! Evet, evet, biliyorum, pek çoğu bunu kasıtlı olarak yapmıyor. Evet, biliyorum, bizim gördüklerimiz buzdağının görünen kısmı sadece, kimse hayatının tamamını paylaşmıyor -ki ne zorunlular paylaşmaya ne de mümkün böyle bir şey. Ama sonuçta ben kendimi sürekli sorgular ve sonuçta yetersizlikle mahkum ederken buluyorum. Kimi ben tek çocuğumla başa çıkamazken üç çocukla muhteşem düzen kuruyor, kimi ev yapımı organik yemek dışında yemek geçirmiyor çocuklarının boğazından, kiminin çocuğu kendiliğinden benden daha sağlıklı besleniyor, kimi 7/24 oyun oynuyor ve bundan büyük keyif alıyor, kimi aktiviteden aktiviteye koşuyor el kadar bebeleriyle ve gık bile demiyor. Ya ben? Ben, iki çatal makarna -dikkatini çekerim, brokoli değil, makarna- yesin diye kırk takla atıyorum, parka gitmek için kırk dakika yalvarıyor, üstünü giydirmek için 30 dakika uğraşıyor, kapıdan 10 kere geri dönüyor ve mutlaka bir şeyleri evde unutuyorum. Birlikte oyun oynamaya çalıştığımızda ya benim kurduğum oyunun 10. dakikasından sonra oyunu tek başıma tamamlıyorum ya da onun istediği oyuna geçip onun söylememi istediklerini tekrarlayıp içimden oflar puflar eşliğinde gözüm saatte, şanslıysak hır gür etmeden, şanssızsak birbirimize afra tafra yapıp küserek oyunu tamamlıyoruz. Uyku zamanına geçmede sorun olmasa da kitaptan sonra diş fırçalama faslı resmen bir sınav ikimiz için de. Onu da atlattıysak uyurken odasında bekleme faslımız başlıyor. Bir de ben anlamıyorum, bu değirmenin suyu nereden geliyor? Bu bahsettiğim annelerin hiç biri tam zamanlı çalışmıyor ama hemen hemen hepsinin yardımcısı var (ki kendileri sadece ev işlerini yardımcıya yaptırıp çocukların yemesinden banyosuna her bir şeyleri ile tamamen kendilerinin ilgilendiklerini iddia ediyorlar), haftada en az 2 gün İstanbul'un en lüks lokantalarında maaile boy gösteriyorlar, gündüzleri o AVM'den bu kafeye selfiler çarşaf çarşaf sergileniyor, yılda en az biri çocuklarla olmak üzere bir kaç kez yurt dışına, yazın mutlaka Bodrum, Antalya, Çeşme'ye gidiliyor. Şimdi tekrar soruyorum, kardeşim nerden geliyor bu değirmenin suyu? Hiç bana anlatmayın öyle yok her şey göründüğü gibi değil, yok bizim nelerden fedakarlık ettiğimizi siz nerden bileceksiniz, yok şu yok bu diye. Bi diyiverin hele, ne iş yapıyor sizin kocalarınız, vallahi çok merak ediyorum???
Neyse, işte böyle gıcık ediyor bu sosyal medya beni. Zaten son bir kaç aydır iyice sınırlamıştım takip ettiğim kişi sayısını; az kaldı toptan kapatıp gidicem o olucak (çok da fifi di mi? :))
Ohhh, döktüm içimi rahatladım. Şimdi, madem ki iş yerimde herhangi bir programım yok; o zaman şu cevap beklediğim iş görüşmesi için bir olumlama seansı düzenlemenin vaktidir; hadi bakalım, herkes odaklansın: Mmmhhhhhhh, D. beklediği olumlu cevabı bugün alsın, ohhhmmmmm!